29 Aralık 2011 Perşembe

Yeni Yıl, Noel, Krismıs dedikleri nane...

Öncelikle Hristiyan aleminin noelini tebrik ediyorum.

Sonrasında ise noel kutlayan cahil, özenti, aşağılık kompleksli Müslümanları şiddetle kınayarak yazıma başlıyorum


Yeni yıldan sağlık, mutluluk, aşk, para, kariyer, elbise, çanta, pırtantalı yüzük haa bir de evi temizlemesini, yemek yapmasını falan bekliyoruumm.... Bu ne ya?

Yeni yıl bir canlı mı? İnsan gibi bir şey mi? Eğer ki insan, hayvan tarzı bir canlıysa bu dilediklerinizi gerçekleştirmeye nasıl gücü yetecek? Bu isteklerinizi ancak “Tanrı” diye tanımlanan varlık gerçekleştirebileceğine göre yeni yıl Tanrı mı? Tövbe haşa! İnsanı böyle konuştururyorlar…

Öyleyse eveleyip gevelenmeden açıkça söyleyin:

Madem ki bir Yaratıcı’ya inanıyorsunuz, öyleyse deyin ki:

“Yeni yılda Allah’tan ( veya Tanrı’dan nasıl bir tanrı anlayışınız varsa artık) şunların şunların olmasını niyaz ediyorum."

Yok ben öyle demem diyorsanız, aynen şu konuma düşüyorsunuz benim gözümde:
“ Ben ateistim, tanrı tanımam arkadaş, rastlantılara inanırım, her yeni yılda bir düzine şey isterim ama hala fakir, bekar ve mutsuzum… Ama yine de yeni yıldan para, iş, aş istiyorum, ya tutarsa…”


Yılbaşı teranesi hakkında çook yazarım da gerek görmüyorum...

Bir kaç da hadisle son noktayı koyalım.

Bu hadisler kalbi temiz, dedesi hacı, Yılbaşını kırmızı iç çamaşırı ile karşılayacak Müslüman kardeşlerimize gelsin:

''Bizden başkasına benzeyen bizden değildir.Yahudi ve Hristiyanlara benzemeyin.'' (Tirmizi)

''Bıyıkları kesin, sakalları bırakın, Yahudilere muhalefet edin. (Ali el- Mütteki, Kenzu'l Ummal)

''Müşriklere muhalefet edin,sakalları uzatın, bıyıkları kesin.'' (Buhari) ( Amaç onlara benzememek!)

''Kim bir kavme benzerse o da onlardandır.'' (Ebu Davud)

''Yahudi ve Hristiyanların selam verdiği gibi selam vermeyin.'' (Ramuzu'l-Ehadis)

NOT: Bir de "yeniyıl ruhu" var, ona hiç girmiyorum!

27 Aralık 2011 Salı

Elimdeki Dergiler


Dört dergi var şu an salonumuzda aktif durumda olan... Oğlumun saldırısına uğrayan, arada dağınıklıkları sebebiyle benim cinlerimi tepeme çıkaran...

1- Birine abone oldum ve memnunum MORAL DÜNYASI. Aile, çocuk eğitimi, din ağırlıklı bir dergi.



2- CAFCAF ne yazık ki üç ayda bir çıkıyor… Onun için bir anda okuyup bitirmiyorum, zamana yayıyorum. Üç ay boyunca hep salonda masanın üzerinde duruyor. Malum 3 ay olunca sure, okuduğum şeyleri unutuyorum çoğu kez, bir daha okuyup bir daha gülüyorum bu süreçte.



3- EVİM dergileri çok dünyalık, çok fuzûli biliyorum ama o da benim hobim! Dinlenme zamanımda, stress atmak istediğimde ayrıntılı ayrıntılı inceliyorum. Ben bir kaç sayı aldım. Genelde arkadaşımdan ödünç alıyorum.



4- Şu meşhur ÂLÂ dergisini sonunda ben de gördüm! Ücretsiz 2 sayı yolluyorlardı internetten başvurdum, geldi. ( Ala dergisi hakkında olumlu ve olumsuz eleştirilerime ayrı bir yazıda değinmek istiyorum. )



Emzirme kitabım var bir de :) . Karnı doyan oğlum, keyif yapmayı çok seviyor uzuun uzuuun. Tabi o anlar bana zaman kaybı gibi geliyor. Okuduğum kitaplardan birin yazıları büyük puntolu olduğu için emzirirken rahat okuyorum. 280 sayfalık kitabı uzun bir emzirme süreci sonunda bitirmiş bulunuyorum :) . Tabi oğlum kitabı tutmaya çalışıyor, her sayfa çevirdiğim de dönüp bakıyor vb. O şartlar da zor da olsa bitti!

23 Aralık 2011 Cuma

Ne Okuyorum?

Kitap okumayı severim. Arada abartılı şekilde okurum arada ise elimi sürmem! Şu aralar kitapla aram fena değil.

Ortaokul yıllarından bu yana okuduğum kitaplarda seçici davranırım. Her kitap yararlı eğildir, her kitabı okumak iyi değildir zannımca. Okuduğun kitaba oldukça zaman veriyorsun ve aynı zmanda tüm dikkatini, düşünceni, hayal gücünü onun üzerinde yoğunlaştırıyorsun. Bunlar bir insanın en önemli hazineleri! Bunları rastgele şeyler üzrine harcayamayacak kadar değerli görüyorum kendimi, öncelikle kul olarak… Bir de Allah’ın huzurunda hesap verme işi var, abuk subuk bir kitapla harcadığım saatlerin hesabını nasıl vercereğim Rabbime?

Bunların yanısıra her okuduğumuz beynimizde yer ediyor, bilinçaltımıza yerleşiyor. Niçin yanlış düşüncelerle beynimi bulandırayım, kirleteyim?

Okuduğum kitap bana dünyalık veya ahiretlik birşeyler katmalı, yoksa boşa kürek çekmektir hatta boşa da değil DİBE DOĞRU KÜREK ÇEKMEKTİR!

Aynı anda 2- 3 kitap okuyan, arada onların arasında bunalan biriyim. Mesela şu an okuduğu kitapların biri “eleştirel, dinî, mizahî” bir diğere “ psikolojik, bilimsel” diğeri “ geleneksel, dinî” yani üçünün de formatı ayrı. İşte o kitaplar:


Şiddetle tavsiye ederim!


Tavsiye ederim!


Tavsiye etmem.


O an psikolojim hangisine uygunsa onu okuyorum.

Bir de okuduğum kitaplardan not almaya başladım. ( Umarım devamı gelir! ) Nevzat Tarhan’ın kitabını özetliyorum şu an.


Bu kadar mı HAYIR! Bir de dört dergi var şu an elimde :).

Onları da ayrı gönderi yapayım bari...

( Aynı anda farklı şeyler okumak elbette konsantrasyon açısından çok iyi değil. Ama bazen birinden bunalıyorum 1-2 hafta elime almıyorum. E o sırada boş mu durayım? Boş durmaktansa başka başka kitaplar, dergiler…)

20 Aralık 2011 Salı

Ürünlerin raf ömrü uzadıkça, bizim raf ömrümüz kısalıyor!



Uzun Ömürlü sütler, yoğurtlar başımızın belası! Bu konuda eşim de ben de çok dikkatli davranıyoruz. Evime bu ürünlerin girdiği sayılıdır.

Normalde süt 3-4 günde bozulur, bozulması GEREKİR. İşin doğası bu! Bunu yıllardır savunuyorum. Sonunda şükür doktorlar çıkıp bunu TVde haykırmış! Ama bu iş çok büyük bir sektör adamlar tehdit bile edilebilirler bence! Ama bunu ben deyince kimse takmıyor, işin ehlinin yani DOKTORların bunu açıklması lazım. zaten görevleri bu değil mi? Hipokrata boşa mı yemin ettiler?

Doktor diyor ki: " Ürünlerin raf ömrü uzadıkça, bizim raf ömrümüz kısalıyor!"

Doktorların açıklamasını izlemek için tıklayın!

Süt dediğin oda sıcaklığında 3-4 saat dursa bozulur!
Ama bu uzun ömürlüler markette dolapta durmuyor, aylarca oda sıcaklığında bozulmuyor.
E öyleyse basit bir mantıkla diyebiliriz ki BUNLAR SÜT DEĞİL! Ne o zaman?

Ama sadece sütle yoğurtla bitmiyor ki? Her tarafımız sarılmış, kuşatılmış durumda! Birinden kaçsak öbürüne yakalanıyoruz. Veya ben evimde dikkat etsem bile dışarıda yemek yediğimiz oluyor, misafirliğe gittiğimiz oluyor...

Meyva sebze yiyelim diyorsun, o da hormonlu, ilaçlı... Bal diyorsun şekerli , glikoz şuruplu... Tavuk eti zaten plastikle eş değer...




Annemin de babamın da köyü yok ne yazık ki... Evlendiğimde eşimin köyüne gittiğimde 25 yaşlarında İLK KEZ YUMURTANIN TADINA VARDIM! O nasıl canlı bir sarı, o nasıl bir lezzet? Her gittiğimde abanıyorum şimdi yumurtaya... Hatta kartın kutuyu samanla doldurup tee altı saatlik yoldan eve de getiriyoruz... Tavuklar da darıyla, çer çöple besleniyor, tüm gün özgür özgür dolanıyor!

Ne yapmalı, neresinden tutmalı bu işin bilemedim!

Allah'ın yarattığı dengelerle, fıtratımızla, sünnetullahla oynanıyor! Sağlığın yanı sıra dinî bir sorumluluğu da var bu olayın!

Bize emanet bu bedeni korumak da bizim için dinî bir vecibedir. Hele de bize emanet evlatlarımızın körpecik bedenlerini... Allah yardımcımız olsun...

10 Aralık 2011 Cumartesi

Bir Program, Bir kitap



Bu gün BURÇ FM’de İmza Günü adlı programda Rahmetli Prof. Dr. İbrahim Canan hocanın son kitabı hakkında konuşuluyordu. Kitabın editörünün şu tespiti çok hoşuma gitti. Benim gibi kadına karşı pozitif ayrımcılığı savunan ( feminizmi demiyorum, dikkatinizi çekerim, feminizme karşıyım çünkü, o da ayrı bir yazı konusu) birinin hayatında sıkça yer vereceği bir tespit oldu bu.

"Yaklaşık şunun gibi bir şeyler söyledi:

İslam tarihinde bize örnek hanım, eş olarak sunulabilecek üç kadın vardır. Hz. Hatice, Hz. Ayşe, Hz. Fatma. Yani bir Müslüman erkek bunların birini tercih etmelidir.

1- Hz. Hatice, zengin ve soylu bir kadındır. Şimdiki zengin iş kadınları gibidir. Hayatında asla çamaşır, bulaşık yıkamamıştır. Hep hizmetçileri olmuştur.

2- Hz. Ayşe, ilim sahibi akıllı, zeki bir kadındır. Şimdiki üniversite mezunu kadın gibidir.

3- Hz. Fatma, ev hanımıdır. Günümüzdeki fazla eğitim görmemiş, ev işlerinde mahir kadınlar onun yerindedir.

Eğer ki Hz. Ayşe gibi biriyle evlenmeyi tercih ediyorsanız, ondan Hz. Fatma gibi yemek yapmasını bekleyemezsiniz!"


Evet işte böyle! Daha da güzeli bunları bir erkeğin dilinden duymaktı :)

Ben bunları zaten biliyordum ama buradaki şu tespit hoşuma gitti: Bir Müslüman bu üçünden birini seçmeli ve ondan sadece kendi kapasitesinde özellikler beklemeli!

Bilindiği üzere Hz. Fatma, hep bize örnek gösterilen kadındır... Nedense artık ! ? ! % &

Ama benim favorim hep Hz. Ayşe olmuştur. Akıllı, zeki, espirili, ilim ehli ,hakkını savunan, sözünü esirgemeyen, Müslüman kadının haklarını müdafa eden... Bundandır ki kızım olursa adını AYŞE koymayı çok istiyorum.


“Ve adamcağız dedi ki ben klasik Anadolu ailesinde büyüdüm yani babamın anneme hiç iltifat ettiğini duymadım ve erkekliği, babalığı böyle öğrendim. 30 yaşında evlendim. Ama sonra Hz. Peygamber’in hayatını okuyunca onun hanımlarına ne kadar naif, kibar davrandığını öğrendim. Ve ben de hanımıma öyle davranmaya çalışıyorum. “


İşte bu da bize İslam’ın ve Sünnetin gücünü gösteriyor! Bilinçli Müslüman böyle olmalı! Anadan babadan gördüğünü bir kenara atıp Peygamberinden gördüğüne sarılmalı. Peygamberimizin şefaati ancak böyle elde edilir. ŞEFAAT YA RASULALLAH! Diye ağlaşmakla değil!


NOT: Bir de kitap çekilişi için mail gönderdim radyoya :). Bu kitabı mutlaka edinmeliyim. Ya çekilişle ya da kendim alarak!

1 Aralık 2011 Perşembe

Geç Kalmış Bir Haber


Ben ortaokuldaydım 28 Şubat olduğunda. Puan kırılacağını bile bile ailemin desteğiyle ve başörtüsünü açmama adına lisede de İmam Hatip’e devam eden ÇOK AZ KİŞİ arasındaydım…

Lise 1 de başladım ÖSS’ye çalışmaya. Bizim zamanımızda ÖSS vardı… İlkokuldayken biliyordum ÜNİVERSİTE okuyacağımı, ama hiç bilemezdim BENİM ÜNİVERSİTE OKUMAMAM için ellerinden gelen her şeyi yapacak kadar kötü insanların var olduğunu. Yaşayarak öğrendim…

Zaten puan kırılıyordu, Türkiye derecesi bile yapsan ALAN DIŞI yani İLAHİYAT dışı bir yere girmen imkansız gibiydi. 0.01 puan bile çok önemliyken bizim 20-30 puanımız kırılıyordu…

Lisedeyken zaman zaman “KATSAYI PROBLEMİ ortadan kalkacakmış” diye bir dedikodu yayılıyordu, hayaller kuruyorduk, o azimle 1-2 hafta iyi ders çalışıyorduk. Nerden geldiği belli olmayan bu sözün aslının astarının olmadığını anlıyorduk bir süre sonra ve yine ÇÖKÜŞ….. İnsanın ne test kitabı göresi geliyordu ne dersaneye gidesi…. Göz göre göre haksızlık yapılan bir yarış için ben niye uğraşıyorum ki?????

Kah öyle kah böyle derken ÖSS’ye girdim, ilk girişimde iyi sayılabilecek bir puanla ALAN İÇİ yerleştim…… Yüksek lisans yaptım, şimdi de doktoradayım…..İşimden çok memnunum, Rabbime binlerce şükürler olsun, maddî ve manevî olarak güzel bir meslek sahibiyim….

Ama……

Hep bir şeyler eksik gibi….. Eğer ben bu okula kendi özgür irademle gelseydim çok daha farklı hissederdim elbette.

Hep bir mecburiyet, hep zorlama, hep bir içe sinmeme durumu…….

Bu sabah radyoda duydum, katsayı sorunu kalkmış…….. “ÇOK ŞÜKÜR” dedim ilk duyduğumda, binlerce şükür.. Ama doyasıya sevinemedim. BURUK SEVİNÇ denilen bu olsa gerek… Bunu da bu gün öğrendim yaşayarak….

ÇOK GEÇ KALMIŞ BİR HABER bu benim için… Hem de çok!

( Lise arkadaşım Zülfiye ile ( ve diğerleriyle) çok bekledik bu haberi... Keşke şimdi onu arayıp müjdeyi versem... Ama ne değişir ki??? İkimizde üniversiteyi bitirdik, iş güç sahibi olduk, evlendik, çoluk çocuğa karıştık... Dyorum ya GEÇ KALMIŞ HABER diye...)

Ben lisede 3 sene boyunca bekledim bu haberi ama olmadı işte…

Hatta bu bekleme lise ile sınırlı kalmadı, üniversite de dahi devam etti… Üniversiteye başladık yine ortalıkta bir söylenti “katsayı sorunu çözülecekmiş”, üniversite okumasına rağmen tekrar sınava girenler mi arasın, amfilerde üniversite hazırlık testleri çözenler mi, benim gibi dersanelere gidip kayıt olmaya kalkanlar mı? Dikkatli okuyun bunları yapanların hepsi ANKARA ÜNİVERSİTESİ öğrencisiydi. Ama içlerine sinmemişti işte okudukları okul bir türlü…

Üniversite 1-2-3 derken baktık bu haberlerin de aslı astarı çıkmadı…

Kısaca, biz bir nesil kaynadık arada…


Elbette bu KADERdir, takdir-i İlâhîdir ve biz RABB’den gelene razıyız. Hayırlısı buymuş deyip teselli ederiz kendimizi. Zaten bu anlayış sayesinde ANARŞİST olmadı İHLliler. Bu kader anlayışı olmasa, bu kadar zorbalığın neticesi anarşizimdir! Ama Allah korkusu bağladı elimizi kolumu. Hiçbir İHL öğrencisi devletine, polisine en ufak bir zararda bulunmadı çok şükür!

Tamam bunlar kaderdir, razıyızdır da…. Bunlar aynı zamanda ZULÜMdür, ADALETSİZLİKtir, KUL HAKKI YEMEKtir, insanların HAYATLARIYLA OYNAMAKtır!

( İHL lerin önünü kesmek adına tüm MESLEK LİSELERİne yapıldı bu zulüm, onlara da yazık oldu, bu ülkenin gençliğine oldu olan...)

İlerde tarih kitaplarına geçecek bunlar, Türkiye’nin anti demokratik ayıpları olarak! 13 yıl boyunca süren bir zulüm….

Bu konuda söyleyecek sözüm, yazacak o kadar çok şeyim var ki… Ama yazmaya takatim yok! Hatırlamak istemiyorum… Ama yazmak da istiyorum. Bu da ilk yazım oldu yıllar sonra. İnşallah yazabilirim psikolojim elverirse…



Arkadaşlarla beraber bir eylemden... Üniversite yılları...

14 Kasım 2011 Pazartesi

Rumeli Halayı mı, Kürt Halayı mı?

İki gün önce bir yakınımızın kınasındaydım. Annesi Bursalı babası Denizlili olan kızımız, Mardin Nusaybinli Kürt bir delikanlıyla evlendi.

Bursalılarca düğünlerde sevilerek oynanan çok zevkli iki oyun / halay var: RAMO ve DAMAT HALAYI. Ramo ve Damat Halayının orjinalleri yunanca mı, Bulgarca mı bilemiyorum ama yabancı dil. Elbette Türkçe versiyonları da mevcut ikisinin de.

Kınada Damat halayına katılım oldukça yüksekti, damat halayına artık hemen hemen tüm kınalarda rastlıyorum. Ramo’yu ise sadece Bursalı olan yedi kişi oynadık!

Ankara havasız, çekirgesiz eğlence olmaz elbette! Tabii ki KINAYI GETİR ANEEYY demeden de kına yakılmaz! Doğu kökenli bir türkü olan KINAYI GETİRin önce Türkçesi çaldı, sonra erkek tarafının isteği üzerine Şivan Perwer’den aynı türküyü Kürtçe olarak dinledik. Tabi bu arada Kürtçe halaylar da çekildi.


Kınada hepimiz birlikte çekirge de oynadık, damat halayı da çektik, Kürtçe halaylar da çektik! Herkes de gayet mutluydu! Ramo ve Damat halayı yabancı dilde çaldı… Ve ben o ortamdayken bunlar bana gayet DOĞAL geldi. Sonra eve gelince, olaya uzaktan bakınca “ aaa her dilden, her telden, ne güzelmiş yaa” dedim. Kimse de “hadi her dilden çalalım” diye özel bir gayrette değildi, kendiliğin gelişti bu hadise.

Bunları niye mi anlattım? Geyik olsun diye değil elbette. Haberlerden edindiğimiz izlenime göre sanki Türk- Kürt birbirine düşman, birbirlerini bir avuç suda boğacak gibiler! Ama ben günlük hayatta bakıyorum çevreme hiç de öyle bir durum yok! Herkes işinde gücünde… Türk- Kürt okulda sıra arkadaşı da oluyor, apartmanda komşuluk da yapıyor hatta gayet doğal olarak beraber yuva da kuruyor.

Burada anlattığım tek bir örnek değil. Son iki senede beş tane büyükşehirde doğmuş, büyümüş, üniversite mezunu arkadaşım, anneleri Türkçe konuşmayı bilmeyen gençlerle evlendi! Birileri araya fitne sokmaya çalışıyor ama halkta öyle bir problem görmüyorum ben. Kız istemelere gidiliyor, düğünler yapılıp halaylar çekiliyor sonra da bu insanların çocukları oluyor elbette! Bu çiftlerin çocukları Türk veya Kürt milliyetçisi olabilir mi acaba?

Bir nokta da şu; gelin kızımız başörtülüydü, kınada ise hem örtülü hem başı açık pek çok davetli vardı. Yine hep beraber gülüp eğlendik. Medya tarafından bize kasıtlı olarak dayatılan AYRIŞMALAR, GRUPLAŞMALAR günlük hayatta kendine yer bulamıyor.

Kına'dan bir fotoğraf:




Değineceğim bir husus da şu bu müzikler hep bizim toprağımızın nağmeleri yani Osmanlının! Türkiye’nin kültürünü sadece Türkiye toprakları ile sınırlı görmek de çok büyük bir hata. Bizim çok büyük bir mirasımız var hala etkisi az da olsa devam eden…

Bir de hep söylenir ya iletişim olanakları arttıkça dünya küçük bir köy haline geliyor. Ondandır ki şu an DAMAT HALAYI sadece Trakya’da, Rumeli’de değil Türkiye’nin pek çok ilinde oynanmaktadır. Teknolojinin bu imkânları bizim kültürümüzün çeşitliliğinden haberdar olmamızı sağlıyor. Bu çeşitlilik ise bizi ayrışmalara değil zengin bir kültüre sahip olmaya götürüyor.

Bir kına gecesi örneğinde bu konulara somut örneklerle değinmek istedim.


RAMO
http://fizy.com/tr#s/1agu77

DAMAT HALAYI
http://fizy.com/tr#s/124suy

Kınayı Getirin Kürtçesini aradım da adını bilmediğim için bulamadım. Bilen varsa söylesin bir zahmet

6 Kasım 2011 Pazar

Her Yıl Aynı Terane

Yine geldik bir kurban bayramına çok şükür. TV izlemediğim için bilmiyorum ama tahmin ediyorum haberleri! Bu akşam dizileriyle meşhur TV kanallarındaki haber bültenleri gözümün önünde canlanıyor. Kaçan boğalar, itilip kakılan koçlar, kanlar, sokak ortasında, yol kenarında kurban kesen birkaç cahil insan! İşte her yıl ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan aynı haberler… Ha bir de hayvan hakları adına, çağdaşlık(!) adına kurban ibadetine saldıranlar vb. Tek tek değineceğim hepsine!



1)
Hangi ilmihali açsanız hangi hocaya sorsanız size “ Kurban edilecek hayvanı asla incitmemeniz gerektiğini, hayvana kötü muamelenin ibadet şuuruyla ve İslam bakış açısıyla asla ötüşmeyeceğini örnekleriyle anlatır! Kurban sonrası kesim mahallinin temizlenmesi de İslam’ın bize emrettiği bir diğer güzellik ve gerekliliktir. Biz Müslümanlar şunu biliriz ki “ İtilip kakılan hayvan mahşerde bizden hakkını alacaktır!” ve biz temizliği imanın yarısı sayar ve bir Müslümana yakışır şekilde yaparız kurban sonrası temizliği. Allah’ın bizden istediği KURBAN İBADETİ sadece hayvan kesmek değildir. Başıyla, sonuyla bir bütündür!

Fakat her zaman, her durumda elbet çıkar kuralları bilmeyenler, kurallara uymayanlar! Her okulda vardır elbet sigara içen öğrenci! Her din mensubundan çıkar elbet adam öldüren! Biz kurallara kaidelere mi bakacağız yoksa kuraldışı olan üç beş kendini bilmeze mi?

İşte TV kanallarının yaptığı bu! İbadetini hakkıyla yapan binlerce insanı görmezden gelip, İslama göre hareket etmeyenleri ekrana taşımak! Kimse kıvırmasın, ben bunda art niyet görüyorum açık açık!

2)
Bazı sözde çağdaşlar! “hayvanlara yazık ama…” diyorlar. Bunları diyenlerin haftalık yemek listesine göz atsak kaç öğün et çıkar acaba? Üç mü beş mi belki de yedi! Bu ülkede evine kurban bayramı gelse de et yiyebilsek diye bekleyen garibanlar da çok sayın sözde çağdaşlar!


3)
Marketteki kuşbaşı, pirzola, sosis, salam hayvanlar kesilmeden mi o raflara gelmiş oluyor? Göz görmeyince gönül katlanır deyip kendinizi mi kandırıyorsunuz yoksa sayın sözde çağdaşlar?

Bu hayvanlar kesilmek ve yenmek için yaratılmış ve yetiştirilmiş! Bugün kesilmese yarın kesilecek… Ve siz afiyetle yiyeceksiniz… Size koyan bu kesim işleminin TEKBİRlerle mi yapılması yoksa? Siz KURBAN kesimine değil de İSLAM’a mı karşısısız yoksa? Sıkılmayın, söyleyin açıkça!

Siz hindileri yılbaşında yerken, güzelim çam ağaçlarını keserken niçin “yazık ama…” olmuyor merak ediyorum?



4)
Allah’ın da çok umrundaydı senin kurban kesip kesmemen!!! İsterse tüm dünya Allah’a karşı çıksın, isterse dünyada bir kul bile kurban kesmesin. O yine Allah’tır, Kurban yine de bir ibadettir!

Yaratan ne diyor Kitab’ında:
“Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. İyilik edenleri müjdele.” HAC 37

Bunlar bir nevi sembolik ibadetler. Eti yiyecek sensin, Allah’ın bunda bir kazancı yok! Maksat imtihan olsun, akla kara meydana çıksın ( ki çıktığını aşikâr olarak görmekteyiz.)

5)
İlla herkes eline bıçağı alacak hayvanı kesecek diye bir şart yok. Kurban ibadeti günümüz şartlarına göre gayet güzel organizasyonlarla sürdürülmekte.

Ben uğraşamam etle metle diyorsanız uğraşmayın! Bağışlayın İHH’ya, Deniz Feneri’ne, Cansuyu’na vd. ulaşsın ihtiyaç sahiplerine. Van’da kesilsin, Somali’de kesilsin kurbanınız! Yok ben uğraşmayayım ama eve et de girsin diyorsanız o seçenekler de mevcut! ( Biz yıllardır öyle yapıyoruz. Eve sadece et geliyor.)



İslam dinine karşı çıkmayı gözleri yemeyen, bu karşı çıkışı ibadetler üzerinden yapmaya çalışanları şiddetle kınıyor, tüm Müslüman kardeşlerimin bayramını da kutluyorum. BAYRAMIMIZ MÜBAREK OLSUN!

NOT: Elbette kurban kesimini çocuklara göstermemek lazım, kaç yaşında çocukların buna şahit olacağı hakkında pedagoglar bilgi veriyor zaten. Çocuklara, onların seviyesine ve psikolojisine göre kurban ibadeti anlatılmalıdır.

1 Kasım 2011 Salı

İnsanlığımıza Saldıran Reklamlar

Reklam Ahlakı” diye bir kavram var mı bilmiyorum ama olmalı!

Bazı reklamlardaki söylemlerden son derece rahatsız oluyorum. Reklamın amacı ürünü tanıtmak, övmek, hatta baya bir abartarak allayıp pullamaktır. Bunu normal karşılarım elbet.

Ama VAHŞİ KAPİTALİZMi benimseyen tüccarlar ve onların reklam şirketleri daha da ileriye gidiyorlar. İnsanın ruhuna saldırıyorlar! İnsan nefsinin zayıf noktalarını kamçılayarak, insanî özelliklerimiz yerine hayvânî olanı seçmemizi dayatıyorlar.

Bunu yıllardır kapitalizmin kalbi olan AMERİKA ve diğer ecnebî markaları yapıyor zaten. Onların dini imanı para zaten, o yüzden çok da garip gelmiyordu bana bu. Somutlaştırırsak eğer; PEPSİ yıllardır DAHA FAZLASINI İSTE! Diye gazlı içecekle beraber gazı da veriyor bize! İnsanlara tatmin olmamayı, her zaman daha fazlasını istemeyi, günde 3-5 litre PEPSİ içmeyi telkin ediyor.

Bir diğer örnek de LORYAL ( L'oreal) ’in meşhur sloganı ÇÜNKÜ BEN BUNA DEĞERİM! Bu sloganın benim zihnimde canlandırdığı şu. Mesela küçük bir krem alacaksın 75 – 100 TL markası da LORYAL. Ahan da o an diyorsun ki “ Benim kadar özel bir insan, tabii ki de 75 tl lil krem kullanacak! Ben buna değerim! Benim tenim çok kıymetli? Vb. vb.” Adamlar böylece 30 TL lik malı 100TL ye kakalıyor. Bir de üstüne kadıncağız her kremi kullandığında, TVde her reklamı gördüğünde iyice havaya giriyor, kendisinin çok değerli olduğu hususunda. Yani bu marka üründen ziyade PSİKOLOJİK HAL pazarlıyor bence!

Gelelim zurnanın zırt dediği deliğe! Radyoda kulağımı tırmalayan BELLONA reklamına! DAHA AZIYLA YETİNMEYENLERE! Diyor reklamda! Peki sorarım size daha azıyla yetinmek kötü bir şey de, ben mi bilmiyorum? Yoksa bunlar yeni bir İNSANLIK ANLAYIŞI mı oluşturmaya çalışıyorlar. Bir de İDARE EDEMEM diye cırlayan bir kadın vardı bu firmanın reklamlarında (İSTİKBAL)!

Radyo reklamının sonunda bir kadın “ BELLONA BENİM HAKKIM!” diyor bir de üstüne üstlük. Tam bir kocaya çemkirme cümlesi! Kadınları fitliyor resmen bu reklam! Karı- koca ve her türlü kadın- erkek ilişkisinde feminist ötesi bir tutum benimseyen ben bile bu kadarını çoook fazla buluyorum.



Bizim kültürümüzde ve dinimizde İDARE ETMEK, AZLA YETİNMEYİ BİLMEK büyük erdemlerdendir. Hatta sadece bizim dinimizde değil hemen hemen tüm dinlerde ortak paydadır bu! Çünkü insan ruhu bunu ister lakin nefsi istemez!

İnsan ruhu fakire yardım edince huzur bulur, israf ve şatafatta sıkılır, bunalır! İnsan nefsi ise harcadıkça harcamak ister. Eşyaya sahip oldukça haz duyar insan. Fakat HUZUR ve HAZ farklı kavramlardır.

BELLONA, AYAKKABI DÜNYASI gibi bu ülkenin bağrından kopmuş firmaların insan fıtratına saldıran, nefsi azgınlaştırmaya yönelik reklamları bana çok dokunuyor ve bu markalardan soğumama neden oluyor. Bu reklamlar bende ters etki yapıyor!

Gavur zaten gavurluğunun gereğini yapıyor da bizimkiler ne yapıyor? Acaba kendilerine dönüp sordular mı bu soruyu hiç? Para kazanmaksa mesele tüm yollar mübah mıdır?

Farkında olmasak da etraf EN İYİSİNİ HAKETTİĞİNİ iddia eden insanlarla dolu… Ve bu beraberinde pek çok sosyal ve ekonomik sorunu da barındırıyor ki bu ayrı bir yazı konusu.


Bülen Akyürek’in şu sözü cuk olacak buraya “ Huzur İslamda, konfor cennette!”.

Konforu “BİR de yetmez ÜÇ tane, ÜÇ de yetmez BEŞ tane…” şarkısıyla coşarak BELLONA’da arayanlara duyrulur!

27 Ekim 2011 Perşembe

Acilen İyi İnsanlardan Haberdar Olmak İstiyorum!


Bu gün yine iç dünyam allak bullak… Çok kötü hadiseler duydum, duymak zorunda kaldım. Bazen insanlardan nefret ediyorum kötü insanlardan haberdar oldukça… Yaşamdan soğuyorum. Kendi kendime terapi yapmaya çalışıyorum. İyi ki masum oğulcuğum var, bana en büyük terapist o oluyor. Hala yaşamı sevmem ve geleceğe ümitle bakmam adına!

Bu gün olan birkaç şeyden birini paylaşayım sabahın 8’inde işe gidiyorum. Yolda bir kartvizit gördüm. Kötü kadın iletişim kartı hem de fotoğraflı ve açıklamalı... ( Hatta kötü kadın da değil… Blogumda bu tabirin geçmesini dahi istemem “trav….” ) Hemen aldım tabi. Çoluk çocuk görmesin diye. Güzelce parçaladım.

Eve dönüyorum o karttan tüm sokakta var!!! Eve gelene kadar 20 tane topladım. Daha da vardı… Yani kasıtlı olarak atılmış sokağa!

Buradan ahlaksızlara sesleniyorum! Kendi ahlaksız aleminizde ne halt yerseniz yeyin de bunu bizim gibi masum insanlara bildirmeyin!!! Tüm dengem altüst oldu, yolda millete potansiyel sapık gözüyle bakmaya başladım…

Bir de bunun çocukların, gençlerin dünyasında nasıl etkiye sebep olabileceğini düşünün?

Böyle şeyler beni insanlardan, yaşamdan soğutuyor… Terapi olarak iyi insanlardan haberdar olmak istiyorum, güzel olaylar duymak, görmek istiyorum…

Bu gün birkaç olay daha var burada yer veremeyeceğim… Acil terapiye ihtiyacım var!!!

24 Ekim 2011 Pazartesi

Ne, Ne Kadar Önemli???



Bazı durumlarda hayatta önemsediğimiz pek çok şeyin ne denli önemsiz olduğunu idrak ediyoruz aslında… Buna o kadar çok örnek verebilirim ki. Bunu hisseden tek ben değilim, hemen herkes benzer duyguları hisseder diye düşünüyorum.

Konuyla ilgili somut örnek vereyim hemen. Giyimde olsun, ev dekorasyonunda olsun renk ve tarz uyumuna dikkat etmeye çalışırım. Yeni bir şey alacağımda çok zorlanırım bu yüzden… Ayrıntılar önemlidir ve güzellik ayrıntılarla ortaya çıkar diye düşünürüm vb.

Ama…..

Van’daki depremi görüyorsun, iskambil kağıdı gibi binaların katlarını görüyorsun… Düşünüyorum, o evlerde de benim gibi renk uyumuna dikkat eden, zor beğenen kimseler vardı elbet… Şimdi acaba umurlarında mı koltuğu ile halısının renk tonunun tam tutmaması? Kıyafeti ile çorabının biraz uyumsuz olması? İşte bu gibi şeyler…



Hayatta bazı şeylere gerektiğinden fazla önem, dikkat, emek ve para veriyoruz! Arada kendi kendimize silkelenmemiz gerek!

Ne demiş Yüce Yaratan bize hitabında:

"Bu dünya hayatı, bir oyundan-eğlenceden ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir; ama ahiret hayatı Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için çok daha güzeldir. Öyleyse aklınızı kullanmaz mısınız?"

En’âm / 32

Gece Gece İlham Gelmesi

Geceleri yatmak üzereyim, yorgunluktan gözüm kapanıyor, "dur bir dişimi fırçalayım bir de yatsıyı kılıvereyim" diye kendime telkin yapıyorum son enerjimle... İşte tam da o esnalarda bana İLHAM denen şeyden geliyor. Kafamda fikirler, cümleler uçuşuyor... Otursam bilgisayar başına döktüreceğim hem de nasıl! Ne yazık ki hayatın gerçekleri ve zorunlulukları ağır basıyor ve ben uyku hazırlıklarına devam ediyorum. Malum bakmam gereken bir bebeğim ve gitmem gereken bir de işim var ( çok şükür). Sonra (şu an olduğu gibi) müsait zamanım oluyor ama yazacak hiçbir şeyim yok sanki...

28 Eylül 2011 Çarşamba

Yüreğimi Dağladı Bu Haberler


Yaşamını yitirenlere rahmet, kalanlara sabır, katillere ise Allah'tan belalarını vermesini niyaz ediyorum...

Çok acı, çok fena, çok saçma, çok gereksiz ölüm ve yaralanma haberleri...

Bunlar bizi birbirimize düşürmek için yapılıyor. Kürt- Türk diye bizi düşman etmek için kasıtlı yapılıyor. Biliyorum ama... Bilmeme rağmen yine de kışkırıyorum. İnsan bu kadar terör haberini üst üste duyunca hırçınlaşıyor, saldırganlaşıyor... Aman sukuneti elden bırakmayalım. Biz o çapulculara uymayalım... İstediklerini elde edemesinler, bizi birbirimize düşüremesinler inşallah

18 Eylül 2011 Pazar

Bu Ülkenin Ayısı Biter mi?


NOT: Keşke bizim ayılarımız da karikatürdeki gibi iyi kalpli olsaydı...


Ülkemizde olunması ve sürdürülmesi en zor olan insan tipi özgün, yenilikçi, değişime her daim açık, amatör ruhu her zaman canlı yeni tabirle kendini gerçekleştirme sürecini hakkını vererek yaşayan insan tipidir. Nerden mi biliyorum, tabii ki kendimden…

Lise sıralarında hocaların, idarenin haşarı ve hak savunucu öğrencisi bendeniz üniversite sıralarında bir anda süt dökmüş kedi olmuştum. Daha doğrusu oldurulmuştum! Tabi üniversiteye de hızlı bir giriş yapıp ilk günlerde bir güvenlik görevlisiyle baya atışmıştım. Bunu hazmedemeyen adam ders çıkışına kadar sınıf kapısında beklemiş ben sınıftan çıkarken üstüme atılıp “ Sen daha 1. sınıfsın, dört sene boyunca benim dediklerimi yapacaksın…” tarzında bana çemkirmişti. Okul idaresinin güvenlik görevlilerini el üstünde tuttuğu, güvenlikçilerin verdiği öğrenci isimlerine soruşturma açıldığı, 28 şubat’ın izlerini yakinen gördüğümüz yıllardı o zamanlar… E ben ne yaptım? Tabii ki HİÇ BİR ŞEY! Çünkü yalnızdım... Ben de okul bitesiye kadar AYIya DAYI demeyi seçtim.

Peki sadece bu kendini bilmez, cahil güvenlikçiler mi susturdu bizi? Hayır, bunda en çok pay kendini bilimsel falan zanneden akademisyenlere aittir ki çoğu PROFtur. Kendi görüşü dışında tüm görüşlere kapalı, en iyisini ben bilirim, siz zavallılara da ben öğretirim havasında çoğu… Yine 1. sınıf ben hala özgür lise ortamımın etkisindeyim bir gün derste söz alıp hocaya dedim ki : “Üniversite özgürlük ortamı diyorlar ama ben hiç öyle bir şey göremedim. Ben lisede kendimi çok daha iyi ifade edebiliyor ve hocalarım tarafından daha çok değer görüyordum…” Sonra ne oldu? Baktım bu insanlar bize diyor ki “ işte hendek işte deve” ben de deve gütmeye karar verdim. Yazılılarda hocaların klişelerini yazıp yazıp aldım puanları. ( Tabi her hocanın görüşü kendine göre, bunu tespit edip ona göre hareket etmek asıl mesele! Nabza göre şerbet yani.)

Hala içimde bir yerlerde kıpırtılar var tabi. Zaman zaman hocalarla atışmalara devam… Ama 1. sınıftaki gibi sık değil artık.

Ayı dayı derken okul bitti. Peki ayılar bitti mi? Bu ülkenin ayısı biter mi ayol? Esas şimdi başlıyoruz. Tatataaaamm: iş hayatı! (Daha önce çoook uzun ve acıklı olan bu maceramı anlattığım bir blogun vardı ama o da ayıların kurbanı oldu. Şimdi ne anlatmaya sinirim elverir ne de değer…)

Ayrıntıları geçersek ben sözleşmeli olarak işe başladım. Uzuuun hikayeyi geçtim, Ankara’da 180 kişiden puan sıralamasında 8. olmama rağmen beni bir dağ başına attılar. Yetkili yerlere yüz yüze derdimi anlattım anlattım... Hata yaptıklarını kabul ediyorlar ama düzeltmeye niyetleri yok! En sonunda daha yetkili mercilere mail attım durumu bildirdim. Anaaammmm sen misin şikayet eden??? Ben kim oluyor muşum da onları şikayet ediyormuşum? Kaç yıldır ilk kez ben şikayet etmişim… İsteseler hemen benim sözleşmemi iptal ederlermiş…. Bağrışlar, çığrışlar…. Ben de hüngür hüngür ağlıyorum bu sırada tabi bir yandan da hala laf yetiştiriyorum…..

Yani durum budur. İşi düzgün yapmazlar sen mağdur olursun, hakkını ararsın vermezler, hakkını vermedikleri için şikayet edersin bir sopa atmadıkları kalır, her türlü sözlü ve psikolojik şiddet sana uygulanır, sen yine mağdursun… Bir de işten çıkarılmakla tehdit edilirsin…

Devletin ekmeğini yememle ilk tanışmam da işte böyle acı oldu. Şimdi ben bundan sonraki memuriyetimde nasıl hakkımı savunayım, kimi kime şikayet edeyim? Üstlerime hatalarını nasıl söyleyeyim? Yılanın başını küçükken ezeceksin hesabı ezim ezim ezdiler beni daha adım atar atmaz… İşte böyle dönüyor bu işler. Ben gibi tek tük hak savunan çıkıyor, onlar da sistem tarafından anında bastırılıyor… Sonra hep beraber gül gibi geçinip gidiyoruz…

Bu deneyimlerden sonra hayat felsefemizi şu ata sözlerine göre şekillendiriyoruz:
* Köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin. ( Bu da benden: Ömür bitse de köprü bitmez)
*Gemisini yürüten kaptan.
*Gelen ağam giden paşam.
*Emir demiri keser.
*Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.

İlk paragrafımı tekrarlıyorum:
Ülkemizde olunması ve sürdürülmesi en zor olan insan tipi özgün, yenilikçi, değişime her daim açık, amatör ruhu her zaman canlı yeni tabirle kendini gerçekleştirme sürecini hakkını vererek yaşayan insan tipidir. Nerden mi biliyorum, tabii ki kendimden…

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Konuştuğumuz Türkçe mi O da Ayrı Bir Konu...



Türkçe ile ilgili ahkam kesmek, değerlendirme yapmak gibi akademik bir birikimim yok ama sıradan bir vatandaş olarak söyleyecek sözüm var elbette! İnsanların kullandıkları kelimeler ölçüsünde düşünme yeteneklerinin geliştiğini, duygu dünyalarının inceldiğini, yaşamda farkındalıklarının arttığını savunan biriyim. Dil kültür ayrılmaz bir parça. Din de bizim kültürümüzün ayrılmaz parçası elbette. E öyleyse dilimizi bozarak kültürümüzden hatta dinimizden de uzaklaşıyoruz. Maddeler halinde asabımı bozanlar:

1) Türkçe karşılığı varken yabancı kelime kullanmak: Bunu özentiden midir, medya aracılığıyla yapılan telkinlerden midir nedir çoğumuz yapıyoruz. Kendini MODERN, ÇAĞDAŞ addedenler ise nedense daha çok yapıyor? Ne kadar gavurca o kadar İLERİ! Ne kadar eski Türkçe o kadar GERİ! Zaten gericilik yaftası yapışmış bize bir kere... bir GERİCİLİK etiketi de dilden yana yiyelim n'olmuş...
Benim de kullandığım ama ağzımdan çıkıp kulağımla işitirken rahatsız olduğum bazı kelimeler: full, online, mouse, orjinal vb. İnşallah bu tür kelimelerden kurtulurum/ kurtuluruz! Kendi dilimizde konuşmak varken nedir bu gavurcaya özenti bilmiyorum...



2) Türkçe kelimeleri garip şekillerde yazmak. Türkçenin yazıldığı gibi okunduğunu kavrayamayan bu kişiler için söylenecek tek şey ÖZENTİ olduklarıdır. Ergenlik çağının verdiği farklı olmak çabasını ne yazık ki dilimizi bozarak sergiliyorlar. Kendilerini Türkçeyi katlederek havalı zannedenler, benim gözümde ve benim gibi düşünenlerin gözünde aslında ne kadar zavallı ve acınacak halde olduklarını bir bilseler öyle abuk subuk yazmaya tövbe ederler heralde! ÖRNEK: Büshra, Efendy



3) Yabancı kelimeli markalar, tabelalar, abur cuburlar! Hepsine karşıyım! Hele hele Ülker gibi yerli ve değerlerimize saygılı firmalar bile bunu yapıyor ya iyice sinirleniyorum. Örnek: Hobby Çikolata, Coco Star Çikolata, Sunny İçecek.

Gül gibi dilimiz varken bunlara ne gerek var? Mesela yine Ülker'in çok hoşuma giden gayet bizden abur cubur isimleri şöyle: Altın Hasat, İkram, Hanımeller, Canpare ( Favorim CANPARE! Bu arada favori de Türkçe değil ama bakın işte kullanıverdim! İşte şikayetçi olduğum da bu! Ben kendimce dil konusunda bilinçli olmaya çalışmama rağmen o kadar yerleşmişki bize...)

Konu ile ilgili alın bir de duvar yazısı:
YES abi, Türkçeyi korumam kanununa benden de OKEY!

Güleriz ağlanacak halimize...



Hz. Peygamber kılık kıyafet olarak, hal tavır olarak gayr-i müslimlere benzemekten men etmiştir biz Müslümanları. Neden? Çünkü onlar gibi giyindikçe, konuştukça, yiyip içip eğlendikçe bir süre sonra bakarız kim gavur kim Müslüman belli değil. Çünkü kültür bir bütündür! Kültürün içinde dil, din, giyim, yemek, eğlence hepsinin kendine has özellikleri vardır.

Çook eskilerden bir şarkı vardı. Galiba Grup Vitamin:
"Türkçe konuş anlamıyom çok gücüme gidiyor
Konuştuğumuz Türkçe mi o da ayrı bir konu
Düşündükçe taşındıkça komiğime gidiyor" du hatırladığım kadarıyla. Demek yeni değil bu yozlaşma


NOT: Yazıma resim koymak için araştırırken "TÜRKÇE KONUŞ!" diye hazırlanmış görsellere de ulaştım. Bence herkes Türkçe konuşmak zorunda değil, kim hangi dili istiyorsa konuşsun. Hatta dilimizi bozan gavurca meraklıları o çok özendikleri İngilizceyi konuşsun! Ama Türkçe konuşacaklarsa da adam gibi, eğmeden bükmeden, kırmadan dökmeden konuşsunlar! Bilmem anlatabildim mi?

Daha da yazasım var da müsait zamanda devam ederim belki bu konuya.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Sadece Muhammed mi?

Bebeğimize isim koymak için elbette çok düşündük, peygamber ve sahabe isimleri, peygamber çocukları vb.

Eşim iki isim olmasını istemiyordu. Ben de iki isimli biri olarak bunun zorluğunu bildiğim için, iki isim üzerinde ısrarcı olmadım. Bir de eşim alışıldık, klasik bir isim istiyordu…

Listeler hazırladım, isimlere puanlar verdim. Kulağa gelişi güzel olsun, soyadı ile uyumlu olsun, manası güzel olsun, söylenişi kolay olsun, ilerde büyük adam olunca makamına yakışsın vb.

Aklımda en başından beri “Muhammed” adı vardı. Hz. Peygamber’e bir vefa borcu gibi, onun ümmeti olmanın bir gereği gibi hissediyordum içten içe bunu.

İsim koyma sürecinde öncelikle bebeğe verilen ismin Allah katındaki manevî mes’uliyetini hissetim. Mahşer günü Yüce Allah “ Niçin bu ismi koydun?” dediğinde verebileceğim makul ve geçerli bir cevap olmalıydı.

Daha sonra evladım bir ömür boyu o isimle anılacak, ismi onun ayrılmaz bir parçasın olacaktı. Çocuğa konulan ismin onun psikolojisini, karakterini etkilediğine inanıyorum. Bir kişiye 40 kez deli dersen deli olur misali… Öyle bir isim koymalıydım ki benim evladım örnek bir müslüman olmalıydı, birinci vasfı zekası, gücü vb. değil güzel ahlakı olmalıydı…

Çocuğum bir ortama girdiğinde belki isminden dolayı kabul görecek veya dışlanacaktı… Evet ne yazık ki ülkemiz hala bunları aşabilmiş değil. İskender Pala’nın 28 Şubat sürecini anlatan kitabında “adı Muhammed olanların askerî okula alınmadığını” okuyunca kesin kararımı verdim isim hususunda. Eğer birileri, bir ortamda benim evladımı adı “Muhammed” diye dışlayacaksa, ben bundan bilakis memnun olurum. O zihniyette insanların arasında yeri olmamalı benim oğlumun!

Niçin çocuklara meşhur, büyük kimselerin adı konulur? Onları örnek alsınlar, onlar gibi olsunlar diye. Peki bu dünyada gelmiş gelecek en güzel ahlaklı, en hoş görülü, en İNSAN, en takva sahibi, en merhametli, Allah’ın en sevdiği, Habîbi kim? Cevap hepimizce malum: Hz. Muhammed! Öyleyse ben bebeğime nasıl başka bir isim koyayım?

İsimler üzerinden gidersek mesela MERT güzel bir isim, ben de isterim ki evladım mert olsun. Ama sadece MERT olması yeterli mi? Mertlik ahlakî özelliklerden sadece birisi… Veya CESUR veya ÇAĞDAŞ veya SADIK veya ARİF vb. Bunların hepsi güzel hasletler ama tüm bunlar Hz. Peygamberimizde bulunan özellikler zaten. Yani ben gelmiş gelecek en mükemmel insanı örnek alması duasıyla koydum bu ismi.

Dua demişken sözlü ve fiilî dua vardır. İşte ben Muhammed ismini koyarak aynı zamanda fiilî olarak dua da etmekteyim. Rabbim sen benim evladımı Hz. Muhammed’in ahlakıyla ahlaklandır diye. ( Amîn!)

Bizim ülkemizde Muhammed ismi pek konulmuyor, koyyana da pek hoş bakılmıyor. Bunun iki nedeni var.

Birisi çocuk bu ismi taşıyamazmış ! ! ! % & ? Ne demekse artık? Niye taşıyamasın? Rabbimiz bize örnek olarak bir insanı, bir beşeri peygamber olarak göndermedi mi? İşte size calı kanlı bir örnek, işte böyle yaşayın emirlerimi demedi mi? Belki Hz. Peygamber gibi olmayız, onun seviyesine ulaşamayız ama amacımız hep ona ulaşmak olmalı değil mi?

Hz. Peygamber’e saygısızlık olmasın diye, Muhammed’in yanına başka bir isim koyma geleneği var bir de… Muhammed ismini koyan ana-babanın veya o adı taşıyan kimsenin (haşâ) Hz. Muhammed( s.a.v.) ile kendini mukayese etmesi, (haşâ) kendini ona eş görmesi mümkün mü? Elbette değil. Öyleyse niye saygısızlık olsun ki?

Bir de bizim atalarımız yani Osmanlı edepte, hürmette, saygıda bir numara! Onun için Muhammed adını Mehmet olarak kullanmışlar. Onların bu hürmetini anlamakla ve takdir etmekle beraber 2011 yılında bunu anlayacak düşünce ve hayat tarzının kalmadığını düşünüyorum.

Biz uçan bir Peygamber tasavvuruna sahibiz ne yazık ki. Onun için Efendimizin adını evlatlarımıza veremiyoruz, onu yaşamımıza dahil edemiyoruz. Hz. Muhammed’i pazarda gören “ Çarşıda alış-veriş yapan Peygamber mi olurmuş?” diyen kafirler ile aynı görüşü mü paylaşıyoruz yoksa??? Evet, Hz. Peygamber alış-veriş yapardı. Çünkü O da bizim gibi bu hayatı yaşıyordu. Ve hayatın tam içinde olarak bize örnek oluyordu. Onun sayesinde biz “ Bir müslüman nasıl alış-veriş yapar?” ın cevabını öğrendik.

Bir eleştiri de şu: Eğer birileri oğluma kötü söz söylerse
1) Hz. Peygambere hakaret olurmuş.
2) Kötü sözü söyleyene günah olurmuş.
Cevap:
1) Hz. Peygambere niçin hakaret olsun? Orada kimin kastedildiği ayan beyan ortada zaten. Öyleyse Ali koyma Hz. Ali’ye hakaret olur, Adem koyma Hz. Adem’e hakaret olur, Mustafa Kemal koyma Atatürk’e hakaret olur… Var mı böyle bir mantık? Ne koyucaz öyleyse? Kimseye hakaret olmasın diye Toprak, Cenk, Yıldırım mı?

2) Kötü sözü söyleyene günah olurmuş. Evet doğru hem de çook günah olur. Ama adı Muhammed olduğu için değil. Bir insana adı, dini, ırkı ne olursa olsun kötü söz söylenmemeli, küfür edilmemelidir zaten! Adı “Muhammed” olan bir kişiye yapılan hakaretle adı “Saldıray” olana yapılan hakaret benim nezdimde aynıdır! İkiside kötüdür, günahtır, olmamalıdır! Burada önemli olan isim değil, o ismi taşıyan İNSANdır. Ve insan Rabbin huzurunda çok kıymetlidir.

Pekiii ya ilerde oğlum ismini beğenmezse, ( Allah muhafaza) benim düşlediğimin dışında bir hayat tarzını benimserse ne olacak???? Hiç bir şey!!! Ben hangi ismi koyarsam koyayım onun ilerde beğenip beğenmeyeceğini, nasıl bir yaşam süreceğini bilemem. Yüzlerce isim var! Eğer beğenmezse açsın mahkeme değiştirsin, hiç de tınlamam, gurur meselesi yapmam, sütümü helal etmem duygusallığına girmem. O da bir insan, kendi kararını verebilmeli. Ben bu kadar yazı yazdım “niçin adını Muhammed koyduğumu” gerekçeleriyle açıkladım, eğer o da benim yaptığım gibi düşünüp taşınıp gerekçeli bir karar ile adını değiştirmeyi isterse bana sadece saygı duymak kalır. ( Bu yazının çıktısını alıp saklayayım bari belge niteliğinde  )

Tüm bu düşüncelerime rağmen konu hakkında dinî dayanağım olsun istedim. Birinci dayanağım Türkiye dışı ülkelerde binlerce Muhammed isminin oluşuydu. Bir yanlış üzerinde bunca müslümanın ittifak etmesi mümkün değildi çünkü. İkinci olarak ise fetvasına güvendiğim şu linkteki açıklama:
http://www.sorularlaislamiyet.com/article/9326/muhammed-ismi-koyma.html

Oğlumun adını soran hemen herkes aynı tepkiyi veriyor: “ Sadece mi Muhammed?” EVET, işte bu saydığım gerekçelerden ötürü oğlumuzun adı MUHAMMED, SADECE MUHAMMED! İsmi ile müsemmâ olur inşallah! ( amîn).

Yazıya başlarken bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemiştim. Bu da gösteriyor ki ben evladıma ismini “ kayınpederimin adı olduğu için değil”, “ sevdiğim artizin ismi olduğu için değil.”, “ söylenişi hoşuma gittiği için değil”, “sağdan soldan ŞUNU KOY dedikleri için değil” müslüman bir ana- babanın evladına karşı ilk sorumluluğunu yerine getirme gayretiyle koydum/ koyduk. ( bu süreçlere eşim de dahil elbette. )


Anahtar kelimeler:

muhammed ismini koymak günah mı

muhammed isminin yanına yakışan isimler

hz. muhammed ismi çocuklara konulur mu öğrenmek istiyorum

muhammed adı tek konulur mu

muhammed ikinci isim

muhammed ismi koymak caiz mi

muhammed ismi koymak günahmı

bebeklere muhammed ismi koymak

muhammed ismi tek konulurmu

8 Ağustos 2011 Pazartesi

BEBEK NASIL OLUYOR?


Bebek nasıl oluyor? Bunun cevabını bilmeyen yok. Spermin yumurtayı döllemesi ile tabii ki. İyi onu biliyorum da nasıl oluyor??? Sperm dediğin nedir ki? Bir vücut salgısı… Ter gibi, idrar gibi, sümük gibi… Peki yumurta ne ola? Ciğer gibi, bağırsak gibi birşey olsa gerek… E öyleyse BEBEK NASIL OLUYOR? Doğduğunda tüm uzuvları yerinde, saçı, kirpiği olan bir bebek… Ağlayan, emmeyi bilen bir küçük yaratık… Bebek aslında olmuyor; bebek, Yüce Yaratıcı Allahımız tarafından YA-RA-TI-LI-YOR!!!

Hamilelik boyunca anne adayı kafasına göre takılıyor, içeride olanlardan habersiz… İçerde ise 7/24 mesai devam etmekte… Her besin, vitamin, mineral bebeğin neresine gidecekse kendi yolunu bulup yerleşmekte… Anne sadece HAMİLE yani taşıyıcı yani HAMAL… Araplar bu kelimeyi güzel türetmişler cidden. Anne taşımaktan başka ne yapıyor ki??? Yapan, yaratan ALLAH!

Elbette annesin tüm dengesi değişiyor, hormanları altüst oluyor,ağırlaşıyor vs. Ama bunlar içeride hızla yaratılan, gelişen, tamamlanan bebeği hesaba katarsak kocaman bir HİÇ olarak kalır!

Eğer YARATICI o bebeğin yaratılmasına karar verdiyse anne tarlada çapa da yapsa, ağırlığınca yük de taşısa o bebek dünyaya geliyor. Anne az beslense de, az uyusa da, çok yorulsa da HÂLIK o bebeği yaratmaya devam ediyor… İşte o yüzden diyorum ki evet hamilelik çok zor bir dönem ama kusursuz bir yaratılışa ortam hazırlandığını düşünürsek çekilen cefanın abartılacak yanının olmadığı görülür.

“Allah’ı görmüyoruz” diyenlere en güzel cevap BEBEK! Anne- baba olup da Allah’ı inkar eden, hala Allah’ı görmediği söyleyen körlere diyecek söz bulamıyorum… Rab, Kur’an’da sık sık ne diyor “ Hiç mi düşünmezsiniz?” Ne yazık ki HİÇ düşünmeyenler var!

“Bu kuru kemikleri kim diriltecek? Nasıl diriltecek? ” diye Peygamberimize kafa tutanlara tokat gibi cevap bizzat Allah’tan geliyor. "De ki, 'Kim onları ilk kez yarattıysa onları yine O diriltecek. O her türlü yaratmayı bilendir." Yâsîn 79

Ben hiç müdahil olmadan içimde, bedenimde bir insanın yaratılışına hafta hafta, ay ay şahit oldum ya… Ağzı, dili, yanağı, kirpiği, parmağı, dirseği, tırnağı olan bir canlının bedenimden çıktığını gördüm ya… Artık diyecek bir sözüm yok…

Sadece ALLAHUEKBER diyebilirim; Rabbim sen en büyüksün, ne büyüksün!

Sadece LAİLAHE İLLALLAH diyebilirim; yoktur senden başka İlah, Tanrı, Yaratan, Var eden…

Sadece SÜBHANALLAH diyebilirim; tesbih ederim seni, yüceltirim, överim, tüm eksikliklerden münezzeh olduğunu haykırırım…

Ve EŞHEDÜ ENLA İLAHE İLLALLAH derim. Senin ilah olduğuna gözümle görmüş gibi şahitlik ederim!

Biliriz Allah, yaratıcıdır. Yediğimiz elmayı O yaratmıştır mesela. Ama biz o elmayı marketten aldığımız için pek de hissetmeyiz bu yaratılış mucizesini… Ama bebeğimiz öyle mi? Allah onun yaratılışını gözümüze soka soka gerçekleştirmektedir. Bunu görmemek için Kur’an’da bahsedilen gözlerine set çekilmiş, perde indirilmiş körlerden olmak lazım!

Ben bebeğimi kucağıma aldım ya artık şeksiz şüphesiz ahirete de inanırım, yeniden dirilmeye de, şehitlerin ölmediğine de, melekler de, mi’rac’a da… Bunların hiç birisi, içimde bir bebeğin yaratılmasından daha çok olağanüstü değil çünkü…

Dünyanın en bilgili, en alim biyologları gels eve ben onlara sorsam: “BEBEK NASIL OLUYOR?” Bilim insanları bu soruyu cevaplamak için paneller düzenlese, fotoğraflar, animasyonlar gösterse… Anlatsalar tüm bidiklerini… Hücreleri, hücre bölünmesini, döllenmeyi, kromozomları, DNA’yı… Benim aklım, mantığım, bünyem bunu anlamaz, anlayamaz, algılayamaz!!! Bu Rabbin en büyük mucizesidir, başka da söze hacet yoktur!

Tamam hücre vardır, döllenme vardır… Ama bunları kim var etmiştir? Hamileliğin 12. haftasında bebekte şunlar olur, 26. haftasında bunlar olur… İyi de bu planlamayı kim yapmıştır?

Artist artist gezen bilim insanlarının yaptığı / yapabildiği sadece, Allah’ın koyduğu kuralları/ işleyişi akılları erdiğince, az buçuk keşfetmektir.

Her bir hamilelik, her bir doğum tüm saniyeleriyle, tüm anlarıyla Allah’ın varlığına delildir. Her bir bebek tüm hücreleriyle Rabbin yaratıcılığının en somut kanıtıdır.

Cennet belki de bebeği vesilesiyle RABbini gerçekten tanıyan, O’nun gücünü, mükemmelliğini, isim ve sıfatlarını bebeği üzerinden gören annelerin ayakları altında olacaktır!

Allah’ın mucizelerine kayıtsız kalmamak, deve kuşu misali kafamızı toprağa gömüp kendimizi kör etmemek duasıyla…

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Somalili Bebek Ölüyor! DUYUYOR musunuz yoksa UYUYOR musunuz?


Somali’deki kıtlık ve açlık hepimizce malum. Bu tür hadiseleri eskiden de hassasiyetle karşılardım ama anne olduktan sonra bu hassasiyetim tavan yaptı.
Ben “ Allah’ım n’olur sütüm kesilmesin de oğlumu iki yıl emzireyim!” diye dua ediyorum ki sütüm kesilse n’olur? Mareketler günlük, uzun ömürlü, tam yağlı, yarım yağlı, vitamin katkılı vb. sütlerle dolu. Bebek mamalarının çeşitleri ise saymakla bitmez. Diğer tarafta ise kaburga kemikleri sayılan, yüzü kafatasının sardığı deriden ibaret olan bebekler, çocuklar…

Ramazan geldi, hoş geldi. Açlığı, susuzluğu iliklerimize kadar hissetmek için ne büyük fırsat ağustos sıcağında oruç tutmak! Hissetmek ve yardım etmek…

Yoksa kuru kuruya hissetmek, mükellef iftar sofralarında çatlayasıya kadar yedikten sonra “Olmayanlara da ver Allah’ım!” diye dua etmek ne ola ki? Timsah gözyaşları gibi bir şey mi?

Körler sağırlar birbirini ağırlar tarzı iftar davetlerine KARŞIYIM! Bu davetlerde israfın, gösterişin, enaniyetin varlığı aşikar!

İlaki eşimi dostumu iftara davet etmek istiyorum diyorsanız bir öneri; aklınızdaki menüden 1-2 çeşit daha az yapın ve o yapmadığınız yemeklerin maliyetini SOMALİ’ye gönderin, bunu da misafirlerinize söyleyin ki hem onlara örnek olun hem de yardıma özendirin.

DİYANET ve yardım dernekleri kampanlayalar başlattı. SMS atması gerçekten çok kolay. Ama 3-5 SMS bence yeterli değil. Ya bankadan veya netten kredi kartı ile yardımda bulunmalı. Ya da aklına geldikçe bol bol kısa mesaj atmalı!

İnsan olmak kolay değil. Hassasiyet ister, sorumluluk ister, empati ister. Hele bir de MÜSLÜMANIM diyorsanız tüm dünyaya, tüm canlılara karşı sorumlusunuz RAB katında. “Aldırma da geç git” diyemezsiniz… Hele bir de RAMAZAN ayında iseniz bir vereceğinize on vermelisiniz muhtaca. Zira Rabbimiz Ramazan’da öyle yapıyor. Sevapları çarpıp çarpıp veriyor!


5 TL BAĞIŞ YAPMANIN YOLU

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
1 Ağustos’tan itibaren başlayacak olan uygulama ile bütün operatörlerden “AFRIKA” yazıp 5601’e gönderilecek olan SMS’ler 5 TL karşılığında olacak, 3 SMS gönderildiğinde bir fitre bir iftar parası verilmiş olacak.
www.diyanet.gov.tr
İHH
TURKCELL, VODAFONE VE AVEA faturalı hatlardan “SOMALI” yazıp 3072′ye SMS göndererek 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.
www.ihh.org.tr

Kimse Yok Mu Derneği
TURKCELL, VODAFONE VE AVEA tüm hatlardan “ACLIK” yazıp 5777`ye SMS göndererek, 5 TL bağışta bulunabilirsiniz.
www.kimseyokmu.org.tr

Deniz Feneri Derneği
TURKCELL, VODAFONE VE AVEA’nın tüm faturalı ve kontörlü hatlarından 5560′a boş SMS göndererek 5 TL bağışlayabilirsiniz.
www.denizfeneri.org.tr

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Kim İçin, Ne İçin Vermek Tatlı Canı?


ŞEHİT, Kutsal bir ülkü veya inanç uğrunda ölen kimse TDK Büyük Türkçe Sözlük'e göre...

Şehit, dini, namusu, Allah rızası ve memleketi için canını teslim edene denir. Peki bir avuç serserinin katlettiği masum, cahil ( askerî olarak cahil, eğitimsiz), Anadolu çocuğuna ne denir?

Rabbim onlara şehitlik makamı versin inşallah ama ben böyle bir şehitliği kabul etmiyorum! Ne için son nefeslerini verdi bu gencecik bedenler? Ne için? Kimin, nerede, ne için, ne yapmak istediği belli olmadığı siyasî meseleler için mi?

Şehit ailelerinin “ Vatan sağolsun” , “ Bir oğlumuz gider yerine bini gelir” gibi açıklamalarını da kabul etmiyorum. Biz mi vatan için varız, vatan mı bizim için var?

Eğer bir gün gerçekten savaş olursa ben de, eşim de, evladım da feda olsun vatan için, şehitlik mertebesi için… Ama böyle kalleşçe, böyle pisi pisine, böyle ne idüğü belirsiz bir şekilde canların gitmesine, sonra da halkın ŞEHİT EDEBİYATI ile kandırlmasına karşıyım!

İlk Millî Güvenlik dersinden asker hocamıza bu soruyu sormuştum “ Ordumuz gerçekten çok mu güçlü?”. Hoca da tabî ki “ Evet” demişti...

Ben 6-7 yaşlarındaydım TRT’de Pkk’nın bastığı köyleri izlerdim dehşetle, şimdi 27 yaşındayım. 20 yılda neler neler değişmedi ki? Herşey değişti ama PKK belası hep aynı.

Bunu anlamakta zorlanıyorum. Diyecek bir şey de bulamıyorum. Denilecek şey hem çok, hem de yok. Neye yarar hem? Göçtü bu dünyadan 13 körpe fidan… Hem de HİÇ uğruna…

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Ülkem Kadınlarının Blog Çılgınlığı


Blogları geziyorum zaman zaman, ne hoş ve orjinal kadınlar var ülkemde diye mutlu oluyorum. İnternet insanların kendini, yeteneklerini sergilemesi ve geliştirmesi için büyük bir imkan sunuyor bence. Marifet iltifata tabiidir sözüne binaen bloglara gelen tepkiler insanları daha güzelini yapmaya yönlendiriyor...

Dikkatimi çeken bir şey de niye hep kadınların blogları var? Ya da ben hep ilgi alanıma binaen hep kadınların bloglarını mı buluyorum? Ya da günümüz konu komşu kavramı olmayan, akrabalarından uzakta oturan, eve kapanmış kadınlarımız sosyalliklerini bloglar üzerinden mi sürdürüyor?

Benim esas söyleyeceğim şu ki genelde gezdiği bloglar el işleri, anne- bebek, moda, yemek gibi biz kadınlara cazip gelen yerler. Bazen de felsefî ve edebî takılanlara takılıyorum. Ama ben bu başlıkların herhangi birisi altında bir bloga sahip olabileceğimi düşünmüyorum.

Bu başlıkların ( pratik ve özgün tasarımlar, anne- bebek, yemek, moda, felsefe vb.) hepsi hayatımda az çok yer tutuyor ve ilgimi çekiyor ama hakkında bir blog yapsam sıkılır, daralır “Of aman bee hayat sadece bundan mı ibaret?” derim.

Mesela şu an belki en çok ilgimi çeken anne- bebek konusu olur ( 3 aylık oğluşum var çünkü) ama o bile bayar. AAA bu gün yeşil kaka yaptı, dün ilk defa AGU dedi, GAK dedi GUK dedi, ilk tatil, ilk diş, ilk bilmem ne... Elbette ben de normal bir anne gibi oğluşumun tüm ilklerini büyük bir heyecan ile takip ediyorum ama bunların çok da abartılmaması gerektiğini düşünüyorum. Ha 1 ay öne konuşmuş ha sonra ne fark eder. Bakın etrafınıza tüm insanlar konuşuyor! Eninde sonunda ( Allah’ın izniyle) konuşacak zaten. Bu tür fiziksel ve duyuşsal gelişimleri abartmaya gerek olmadığını düşünüyorum.

Ben blogumda anne- çocuk başlığına şu şekillerde değinirim
1- Gerçekten birilerine yararlı olacağını düşündüğüm hususlarda, yön gösterici olacak tarzda yaşadığım hadiselere yer vererek
2- Çocuğun ahlakî ve duygusal gelişimi ile ilgili olarak

Şimdi bana denilebilir ki bir söylediklerine bak bir de yaptığına... Tutmuş http://tesetturgelinlik.blogspot.com/ diye blog yapmışsın. Onun kuruşunu hemen anlatayım. Evlilik hazırlığında iken kendi bilgisayarıma öyle çok tesettür gelin başı fotoğrafı yüklemiştim ki kendimce bir arşiv oluşmuştu. Ben uğraştım bari işe yarasın diye bunu insanlarla paylaşmak istedim. O zaman böyle google görseller falan da yoktu. Emek verdim yani epeyce . Sonra da “insanlar düğünlerinde baş açmaya özenmesinler, onlara güzel örnekler sunayım” gibi bir felsefeyle devam etti. Çok da aktif değilim zaten o blogta. Üstüne düşsem çok daha süper olabilirdi.
Hayatımın pek çok noktası olduğu gibi bu da bir noktası idi. Nişanlandım, evlendim, çok yakınlarımın düğünlerine katıldım dolayısıyla hayatta az da olsa yeri olan bir gerçek bu. Tesettür gelin başları şu an benim ilgi alanıma girmese de biliyorum ki benim 3 sene önce yaşadığım heyecan ve telaşeyi şimdi yaşayanlar var ve onlara fikir verebilirim belki. İşte bol eleştiriye açık olabilecek blogumun hikâyesi bu.

27 Haziran 2011 Pazartesi

Evden Bir Süre Uzaklaşmak


Tebdil-i mekanda ferahlık vardır sözü gerçekten çok doğru. Zaten isabetli bir tespit olmasaydı bugünlere kadar ulaşamazdı bu söz, söylendiği yerde kalırdı. Benim için pek bir cazibesi olmayan KOCANIN MEMLEKETİNE GİTMEK türünden bir tatil geçirdimse de şikâyetçi değilim. Hatta güzeldi, değişiklik oldu. Bana bir de şöyle bir olumlu etkisi oldu kj; evimi özledim! Evde oturasım, iş-güç, pasta-börek yapasım var acayip. Yani evime bağlılığımı arttırdı bu evden uzaklaşma . Anladım ki aslında benim güzel bir evim ve yaşamım var çok şükür. EVİM GÜZEL EVİM… (Ama beni ne kadar idare eder bu tatil bilemiyorum, garanti veremiyorum…)

Bireysel takılmayı seven birisiyim. Ondan dolayı 2-3 günden sonra akraba ortamlarından sıkılıyorum. Ben canı isteyince bir şeyler atıştıran, kafasına esince kitap okuyan, eşyalarını evin her köşesine yayıp ancak keyfi gelirse onları toparlayan birisiyim. Ama bunları kalabalık akraba ortamında yapmak çok zor hatta imkânsız. Çünkü kalabalık aile ortamında her şey birlikte yapılıyor. Her hareketinden herkes haberdar oluyor. Canın bir köşede, boş boş bakarak oturmak istese çevrendekiler senin KÜSTÜĞÜNÜ sanabilir mesela. Zaten öyle boş boş oturmalık veya kitap okumalık ortam yok ki cumbur cokuş, kalabalık, geniş ailede. Sağolsun kayınvalidem ve diğer akrabalar benden EVİN GELİNİ olarak iş- güç yapmamı beklemiyorlar. Ama belirttiğim gibi her şeyi koro halinde yapmak bile bir süre sonra beni bunaltmaya yetiyor.

Anneliğe de belki bu yüzden tam alışamadım. Bireysel değilim artık. Bir de yanımda hiç ayırmadığım yegâne aksesuarım var; oğlum! Çanta gibi, cep telefonu gibi bir şey benim için artık o. İşin zor yanı onlar gibi cansız ve ruhsuz değil!

Anneliğin fedakârlık istemesi bu belki de.

16 Haziran 2011 Perşembe

Kadın Olmak


Kadın olmak bu hayata 1-0 geriden başlamaktır hep. Bu sadece bizim ülkemizde böyle değil, İslam coğrafyasıyla da sınırlı değil. Tüm dünyada, tüm kültürlerde böyle. Yıllardır sorguladığım bir gerçek bu.
Esas sorguladığım şu ki: tamam dünyada alenî bir haksızlık var kadına karşı. Bu bir realite. Peki Rabbimizin bizden istediği yaşam şekli nasıl birşey? Kadınlar gerçekten evde oturmaya programlı mı yaratılmış? Buna hiç bir zaman i-na-na-ma-dım. İnanmak için zorlasam da kendi mi yaratılış amacına aykırı bir kere insanın...( bu ayrı bir yazı konusu, kısa kesiyorum).
Erkek kardeşim olmadığı için çocukluk yıllarımda kız- erkek eşitsizliğini pek farketmedim. Babamın annemi sürekli sosyal ve entellektüel çalışmalar için destekleyen yönü de bu ayrımı hissetmemi geciktirdi. Tabi yıllar geçtikçe, hayatın sadece ailemde gördüklerimle sınırlı olmadığını anladım.
Üç kız kardeştik ve evimizde asla ERKEK ÇOCUK tamlaması geçen bir cümle duymamıştım. Ortaokul veya liseye giderken biri anneme ERKEK olur umuduyla dördüncü çocuğu düşünüp düşünmediklerini sorduğunda çok şaşırmıştım. Çünkü hayatımda böyle kavramlar yoktu benim.
Sonraları anladım ki benim ailem Türkiye'de ender rastlanır bir örnekmiş.
Kadın- erkek eşitsizliğine isyanlarım devam ededursun nişanlandım, evlendim şimdi de bebeğim oldu. Ama hala kafamda dengeleri kurabilmiş değilim. Daha doğrusu ruhuma, kadına biçilen ROLÜ KABUL ETTİREBİLMİŞ değilim!
Çocuğumun olmasıyla tam anlamıyla KADIN oldum ve kadınların dışlandığı hayattan bir anda soyutlanmış buldum kendimi. Önceden kıyısından, köşesinden yakalamaya çalıştığım yaşam, şimdi evde bebeğimle birlikte oturmaktan ibaret benim için. Bu günlerimin geçici bir zaman zarfı olduğu hususunda kendime terapi yapıyorum ama pek ikna edemiyorum kendimi...

15 Haziran 2011 Çarşamba

Osmanlı Türkçesi İtina ile Yanlış Okunur :)

Yüksek Lisans derslerinde yaptığım aklımda kalan çarpıcı yanlışlarım:


Birinci kelime doğru olan, ikinci kelime ise benim okuduğum

acaba bunlar benim bilinç altımı mı simgeliyor diye endişeleniyorum :)

dokuz- takoz

iyiye - ayıya

sevmek - sümük

vahdeti - hıddeti

işin ilginci hiç olmayacak kelimeler türetiyorum. Hatta bu uyduruk kelimeleri bazen sözlükten buluyorum. Hoca bile şaşırıyor :). Osmanlıcaya yeni bir boyut getirdim :)).